Küresel Isınma ve Küresel İklim Değişikliğine Karşı Alınabilecek Önlemler

Küresel ısınma nedeninin, tüm ülkeler tarafından atmosfere salınan sera gazlarından kaynaklandığı hususunda bilim insanları ve ilgili uzmanlar fikir birliğine varmışlardır. Bu nedenle, küresel ısınmaya karşı alınabilecek önlemler, sera gazları salınımının tüm ülkeler tarafından azaltılmasıyla özdeşleşmiştir. Ancak, sera gazları salınımına kısıtlama getiren fosil yakıtların kullanılmasının azaltılması çok yönlü ekonomik sorunlar yaratmaktadır. İşsizlik, büyüme hızının azalması, ticaret gelirlerinin düşmesi, alternatif enerjiler için yeni masrafların yapılması zorunluluğu, vb. bu sorunlardan sadece birkaçıdır. O nedenle fosil yakıt kullanımını azaltarak, küresel ısınma hızının düşürülmesi önlemlerinin uygulamaya geçirilebilmesi bir dizi çalışma ve uğraşılar sonucu gerçekleşebilmiştir. Bu sürecin 1988-2005 yılları arasındaki aşamaları aşağıda açıklanmıştır. (Çevre Bakanlığı 1993, Dunn and Flavin 2002, Schayan und Stumpf 2002):

• Birleşmiş milletler Genel Kurulu 1988 yılında, “İklim değişikliği, insanlığın ortak kaygısıdır.” şeklinde bir karar almıştır (Karar no. 43/53). Aynı yıl BM Çevre Programı ve Dünya M eteoroloji Örgütünün ortaklaşa düzenlediği, “Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli IPCC” yapılmıştır. Bu panelin değerlendirilmesi 1990 yılının A ğustos ayında bir rapor halinde kamuoyuna açıklanmıştı.

• Aynı yıl (1990) İkinci İklim Değişikliği Paneli düzenlenmiş, söz konusu rapor tartışılmış ve rapora son şekli verilmiştir.

• Bu rapora dayanarak BM Genel Kurulu “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini” (UNFCC) hazırlamış ve bu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılı Rio Kalkınma Konferansı’nda imzaya açılmıştır. Bu çerçeve sözleşmesi 1993 yılına kadar çok sayıda ülke tarafından imzalanmıştır. Söz konusu çerçeve sözleşmesi bir yandan, sera gazlarının atmosferdeki yoğunluklarını, “dünya iklimine insan eliyle tehlikeli etkilerde bulunulmasına” engel olacak düzeylerde sabitlerken, öte yandan da ekonomik kalkınmanın devam etmesini sağlama amacı taşıyordu. Sözleşme, birkaç temel ilkeyi esas almıştı (Dunn and Flavin 2002):

1) Yeterince bilimsel kanıt olmaması, bu alanda önlem alınmasına engel olmakta kullanılmamalıdır.

2) Ulusların, “Ortak, ancak farklı sorumlulukları” vardır.

3) Geçmişte, iklim değişimine en çok katkıda bulunmuş olan sanayileşmiş ülkeler, bu sorunun çözümünde başı çekmelidir.

4) Taraf devletlerin hepsi, sözleşmeyi uygulamak için yaptıkları faaliyetleri bildirme konusunda taahhüde girerler.

5) Anlaşmaya taraftar devletler gönüllü olarak 2000 yılında sera gazı salınımlarını 1990 yılı düzeyine çekmeyi hedefleyecekler ve diğer ülkelere teknik ve mali destek vereceklerdir.

• Bu Birleşmiş M illetler İklim Değişikliği Çerçeve sözleşmesine 188 ülke taraftar olmuş ve bu sözleşme 1994 M art ayında yürürlüğe girmiştir. Ancak, Türkiye bu 188 ülke içinde yoktur. Çünkü Hükümetler Arası Görüşme Komitesi M ayıs 1992 New York toplantısında Türkiye’yi yanlışlıkla hem EK-I listesine (ekonomisi geçiş sürecinde olan ülkeler), hem de EK-II listesine (OECD ülkeleri) koymuştur. Türk hükümeti buna itiraz etmiş ve bu itirazı ancak 2001 yılının 29 Ekim – 6 Kasım tarihinde yapılan Fas’ın Marekeş Kentindeki 7. Taraflar Toplantısında görüşülerek bu hata giderilmiş ve ülkemiz bu durumu BM ’nin ilgili komisyonuna bildirmiş ve bütün formaliteler tamamlandıktan sonra Türkiye 24 Mayıs 2004 tarihinde “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ne 189. ülke olarak katılmıştır.

• 1995 M art ayında 120’yi aşkın çevre kuruluşu temsilcileri bir araya gelerek, yeniden bir iklim değişikliği paneli düzenlemişlerdir. Bu panelde, Rio Zirvesi’nde benimsenen hedeflerin ne dereceye kadar gerçekleştiği tartışılmıştır. Yapılan tartışmalar sonucunda, 1994 yılında Birleşmiş M illetler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesine taraf olan ülkelerin taahhütlerini, yeteri kadar yerine getirmediklerine karar verilmiştir. Bu nedenle, çerçeve sözleşmesine yasal olarak bağlayıcı bir protokol eklenmesinin zorunlu olduğu kanaatine varılarak bir protokolün düzenlenmesi çalışmalarına başlanmıştır. Bu çalışmalar sonunda 1997 Kyoto protokolü ortaya çıkmıştır.

• 1997 yılında 160’dan çok ülke temsilciliklerinden oluşan bilim adamları, Japonya’nın Kyoto kentinde bir araya gelerek, küresel ısınma ve küresel iklim değişimi olayının önlenmesinde, hiç değilse hızının kesilmesinde dünya ülkelerine yasal sorumluluk yükleyen oldukça ayrıntılı bir rapor düzenlediler. Bunun adına, “Kyoto Protokolü” denmektedir. Bu protokol yürürlüğe girdiğinde, protokolü imzalayan ülkeler şu yaptırım ve koşulları kabul etmiş sayılacaklar, derhal uygulamaya geçeceklerdir:

(1) Gelişmiş ülkelerin herbiri, kendileri için belirlenmiş sera gazı salınımlarının sınırları üstüne çıkmayacaklar,

(2) İklim değişimini önlemeye dönük politikalar geliştirilerek, bunları uygulamaya koyacaklar.

(3) Enerji verimi ve tasarrufunu arttırıcı önlemler alınacaktır.

(4) Çöp ve motorlu araçlardan kaynaklanan sera gazı salınımlarını sınırlandıracaklar veya azaltacaklar.

(5) Sera gazlarının atmosfere karışmasını önleyecek teknik tesisleri ve ormanları koruyacaklar.

(6) Protokol hükümlerinin amacına ulaşmasını engelleyecek her türlü aktiviteleri ortadan kaldıracaklar.

(7) Sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelere farklı sorumluluklar yükleyen bu protokole göre, zararlı sera gazları salınımının 2012 yılında % 5,2 oranında azaltılmasıyla, 1990 yılındaki sera gazları salınım düzeyine indirilmesi sağlanacaktır.

(8) Gelişmekte olan ülkeler ise, sera gazı salınımlarını izleme ve bunları azaltma için gerekli ön hazırlıkları tamamlayacaklar ve bu husustaki faaliyetlerini BM ilgili kuruluşlarına raporla bildireceklerdir.

• 1998 yılında hükümetler, protokol hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili kuralların hazırlanmasına ilişkin bir takvim ve eylem planı üzerinde anlaşmaya vardılar.

• 2000 yılının 13-15 Kasımı’nda Hollanda’nın Lahey kentinde yapılan Altıncı Dünya İklim Konferansı’nda hedeflere nasıl ulaşılacağı tartışıldı. Ancak, bazı önemli hükümler üzerinde ABD ile AB ülkeleri anlaşamadı ve toplantı kesintiye uğradı. ABD müzakerelerden çekildi.

• 2001yılının haziran ayında ABD dışında 178 devlet temsilcisi Bonn’da toplanarak protokolün kurallarıyla ilgili temel konular üzerinde anlaşmaya vardı. 1988 yılından bu yana dünyada yürütülen en yaygın araştırmayı yapan ve iki binden fazla bilim insanı ve teknik uzmanların katılımı ile gerçekleşen “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Paneli”nin sözkonusu bu 2001 yılı toplantısına ait raporda, insanlığın neden olduğu küresel ısınmanın zaten başlamış bulunduğu ve sürecin hızla geliştiği vurgulandı.

• 2001 yılının 29 Ekim – 6 Kasım tarihinde Fas’ın M arekeş kentinde yeniden toplanıldı. Bu toplantının amacı bundan önce üzerinde anlaşmaya varılan konuları görüşmekti. Ancak, bu toplantıda da tam anlaşma sağlanamadı.

• 2002 yılının 2 – 4 Eylül’ünde Afrika’nın Johannesburg kentinde “Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi” yapıldı. Bu toplantı, yalnız küresel ısınma ve küresel iklim değişiminin önlenmesi konuları için değil, çevre tahribinin önüne geçilmesi, yoksullar ile varsıllar arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması gibi konular da tartışarak, uygulama için bir eylem planı hazırlanması amacıyla düzenlenmişti. Bu toplantıya ilişkin şu bilgiler verilmekte ve değerlendirmeler yapılmaktadır (Wille 2002).

Nelson M andella, Johannesburg’a ayak basar basmaz: “Küresel ayrıcalıklar sona erdirilmelidir. Dünyadaki varsıllar ve yoksullar arasındaki uçurumun gittikçe artması, dünya çapında bir skandaldır.” Şeklindeki beyanatı ile toplantının bu konuya da eğilmesi için bir mesaj veriyordu. Buna ek olarak yaptığı “Bundan on yıl önce Rio De Janeiro Dünya Zirvesi’nde ortaya konan korkutucu bilançoda belirtilen ne iklim değişimi, ne de biyolojik çeşitliliğin azalması durmadı; devam ediyor.” Şeklindeki beyanatı ile de, zirvede konuşulup tartışılması gerekli olan diğer konulara dikkat çekiyordu.

Gerçekten Rio Zirvesi’nden sonra geçen on yıl içinde olumsuz gelişmeler sürüp gitmiştir. Örneğin çevre sorunları gittikçe artmış, küresel çapta ekonomik kalkınma için hemen hemen hiç bir şey yapılmamış, yoksullar ile varsıllar arasındaki fark gittikçe büyümüştür. İşin en üzücü yanı, bu sorunların çözümü için gösterilen çabaların gittikçe yavaşlayıp azalmasıydı. Bu hususta şu tipik örnekler verilmektedir:

1) Rio Zirvesi’nde azaltılması kararlaştırılan sera gazları, tam aksine on yıl içinde % 10 oranında artmıştı. Ülkemizde de 1998- 2002 yılları arasında toplam fosil yakıt tüketiminde % 10,7 oranında bir artış meydana gelmiştir (Şekil 4). Buna koşut olarak da CO 2 emisyonu 1997-2001 yılları arasında yaklaşık % 5,2 oranında artmıştır (DİE, 2003). Bunda, özellikle linyit kullanan termik santrallerin payı büyüktür.

2) Doğal kaynakların taşıma kapasitesi aşılmıştı.

3) Biyolojik çeşitlilik ve ormanların korunmasından sözedilmez olmuştu.

4) ABD küresel ısınmanın önlenmesi anlaşmasını imzalamayacağını açıklıyordu.

Yukarıda sayılan sorunların çözülmesi ve aksaklıkların düzeltilmesi için Johannerburg Toplantısı’nda kararlar alınmasına, eylem plânları yapılmasına karşın, bu toplantı da hayal kırıklığı ile sona ermiştir. Gerçekten, 190 ülkeden katılan binlerce delege, uzman ve hükümet temsilcileri bu zirvenin de başarısızlıkla sonuçlandığını ifade ediyorlardı. Bu toplantıya gözlemci olarak katılanlar ve medya temsilcileri, bu başarısızlığın nedenlerini aşağıdaki gibi açıklıyorlardı:

• Zirveyi politikacılar ve yöneticiler ele geçirdi ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiler. Bunun sonucunda da hazırlanan eylem plânı, çok uluslu şirketler ve bazı hükümetlerin maddi çıkarlarına uygun biçimde değiştirildi.

• Zirveye 189 ülkeden katılan 100 hükümet ve devlet başkanı ile birçok kuruluşun çoğunun liderleri şirket yöneticileri gibi davrandılar, böylece insanlığa ihanet ettiler.

• Bu zirvede insan hakları yerine şirket hakları tartışıldı.

• Yenilenebilir enerji ve uluslar arası çevre sorunlarının çözümü çalışmalarında da zirveden olumlu bir sonuç alınamamıştır. Yaklaşık 100 ülke temsilcilerinin yenilenebilir enerji kullanımının arttırılması için gösterdiği çabalar; ABD, Avustralya ve Kanada ile Arap ülkelerinin oluşturduğu yadırganacak bir birlik (pakt) tarafından sabote edilerek, tüm çabaların boşa gitmesi sağlanmıştır.

Sonuç olarak, bu dünya zirvesi ticaret firmalarının zaferiyle sonuçlanmıştır. Yol ayrımı ve farklı toplumlar için bir başlangıç oluşturarak, hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu zirvenin önemli bir yararı da olmuştur. Eğer bu dünya zirvesinde konular enine boyuna tartışılmamış olsaydı, küresel ısınma ve küresel iklim değişimine ilişkin alınabilecek önlemlere ait gerçekler ve ivediklerin önemini kavrama uzun yıllar ötesine atılıp ertelenebilir ve böylece gelecek 50 yılda karşılaşılacak ekolojik afetlerin acı sonuçları çok daha büyük olurdu.

Buraya kadar yapılan açıklamalarla, insanlığın ekolojik sorunlarına ve özellikle küresel ısınma ve küresel iklim değişimine ilişkin, 10 yıllık yapıcı ve yıkıcı davranış ve tutumlar otaya konmaya çalışıldı. İnsanların yaşanabilir bir dünya için bu derece karşıt tutum ve davranışlarını anlamak gerçekten güçtür. Birçok hükümetler, ekolojik afetlere ait potansiyel tehlikeleri bir türlü görememekte veya görmek istememektedirler. Onun içinde “ekonomik kâr ve yararları”, “ekolojik yaptırımlara” yeğlemektedirler. Kanaatımıza göre, sadece kendi toplumlarının yararını göz önünde tutan bu ülkeler şu şekilde bir düşünce içerisindedirler:

Eğer sera gazlarının salınımını azaltmak için fosil yakıtların kullanımına (özellikle petrol) sınırlama getirilirse bu sanayi ile ilgili tüm sektörlerde bazı değişimler zorunlu hale gelecektir. Bu da bazı harcamaların yayılmasını, dolayısıyla kârların düşmesi sonucunu doğuracaktır. Ayrıca bu sanayi ülkelerinin dünya pazarlarındaki yerleri sarsılacaktır. Buna ek olarak ekonomik büyüme hızı da düşecektir. İşsizlik de artabilecektir. ABD, Japonya, Kanada, Avustralya ve Rusya gibi ülkeler genellikle bu tür düşünceler içinde olduklarından, uzun yıllar Kyoto Protokolünü imzalamamışlardır. Bu da protokolün yürürlüğe girmesini önlemiştir. Çünkü protokolde şöyle bir madde bulunmaktadır. “Kyoto Protokolü’nün bütün dünyada yürürlüğe girebilmesi ve gerekli yükümlülüklerin yerine getirilmesine başlanabilmesi için bu protokolün, 1990 yılı zararlı sera gazı salınımlarının % 55’inden sorumlu olan en az 55 hükümet tarafından imzalanması gerekmektedir.”ABD, dünyada üretilen zararlı sera gazlarının % 36’sını (bazı kaynaklara göre %24’ü

Küresel Isınmaya Karşı Alınabilecek Önlemler
Küresel Isınmaya Karşı Alınabilecek Önlemler

nü) üretmektedir. Rusya için bu oran %18 dir. İşte bu iki ülke 2004 yılına kadar bu protokolü imzalamadığı için, yukarıda açıklanan yürürlük maddesi gereğince, Kyoto Protokolü yürürlüğe giremedi. Ancak, Rusya 2004 yılı Kasım ayında bu protokolü onaylayarak, protokolün yürürlüğe girmesinin önündeki engelleri kaldırmış oldu. Gerekli işlemlerin tamamlanmasından sonra bu protokolün 2005 yılının 18 Şubat’ında yürürlüğe girmiş olduğunu iç ve dış basından öğrenmiş bulunuyoruz. Böylece, bu konuda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere farklı sorumluluklar yükleyen bu protokole göre, zararlı sera gazları salınımının 2012 yılında %5,2 oranında azaltılmasıyla, 1990 yılındaki sera gazları salınım düzeyine indirilmesini öngören anlaşma yürürlüğe girmiş oldu. Ancak, bugün gelinen noktada artık, sera gazları salınımlarını engellemenin yeterli olmadığı ve belli ölçüde küresel ısınmanın kaçınılmaz hale geldiği belirtilmektedir. Bu gerçeği, BM İklim Değişikliği Hükümetlerarası Panel Başkanı Rajendra Pachanri Ocak 2005’te şu şekilde dile getiriyordu. “İnsan ırkının yaşamını sürdürme kapasitesini riske atıyoruz.” Bu karamsarlığın nedeni olarak, dünyanın baş kirleticisi ABD’nin Kyoto Protokolü’nü imzalamaması gösteriliyordu. Bu nedenle de Kyoto Protokolü’nün etkili olmasının beklenemeyeceği kanaatı belirtiliyordu.

Kaynak: KÜRESEL ISINMA VE KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİMİ Necmettin ÇEPEL- Celal ERGÜN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir