Antarktika’da, Ross Adası’ndaki aktif volkan Erebus’ta bir çadır. Dört köşeli çadır, Kaptan Robert Falcon Scott’ın yüzyıldan da uzun bir süre önce yaptığı Antarktika keşif gezilerinde yanında götürdüğü çadırlarla aynı model…
Bu çadırda şu an iki kişi kalıyor. İkisi de uyku tulumlarının içinde. Uyku tulumlarının arasında büyük bir kutu, bir Primus marka ocak, iki termos ve iki çift ağır dağ ayakkabısı var. Bir şey okuyamayacak kadar soğuk; bir kitabı eldivenle bile tutamayacak kadar soğuk üstelik. Bu nedenle içeridekiler –ki biri benim– sohbet ederek vakit geçiriyor… Çadır arkadaşım Craig Herbold, “O ilginç arkeler sanırım,” diyor. Boylu poslu bir yapısı var Herbold’un. 30 yaşlarında. Japon elektronik müziğini seviyor. Astrobiyolojiyle, yani evrenin farklıyerlerinde yaşamın nasıl olabileceğine ilişkin araştırmalarla ilgileniyor. Yeni Zelanda’daki Waikato Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma yapan Herbold, aynı zamanda, yanardağın sıcak topraklarında yaşam aramak üzere buraya gelen üş kişilik ekibin en genç üyesi. Yanlış okumadınız. Sıcakta dallanıp budaklanan bir şeyler bulmak için Dünya’daki en soğuk noktalardan birine gelmişler.
Erebus, yeryüzündeki aktif yanardağların en güneyde olanı. Yaklaşık 1 milyon 300 bin yıl önce oluşmaya başlamış ve bugün deniz yüzeyinden 3794 metreye yükseliyor. Yamaçları kar ve buzla, buzullarla, derin yarıklarla ve arada bir akan lavlarla kaplı. Ancak genelde zirvesinden yükselen buhar, içindeki sıcaklığı ele veriyor. Erebus bir tatlı olsa, dondurmalı sufl e diye tanımlanabilirdi: Dışı donuk, içi sıcak.
… Dağın zirvesine 1908 yılına kadar ulaşan olmadı. O yıl Sör Ernest Shackleton’ın Nimrod keşif gezisine katılanlar dağa tırmanmış, Shackleton ise bir ekiple Güney Kutbu’nun 100 deniz mili kadar yakınına yaklaşmış,ancak herkesin sağ salim evine gidebilmesi için kutba erişmeden geri dönmüştü. Shackleton’ın ekibi Erebus’a kâh yürüyerek kâh tırmanarak çıkmıştı. Zirveye ulaşmaları beş buçuk gün sürmüş; bu süre içinde ekibi 24 küsur saat içecek hiçbir şeyleri olmadan uyku tulumlarına hapseden, sıfırın altında 34 dereceye ulaşan soğuklara maruz bırakan, ekip üyelerinden birinin yorgunluktan yığılıp kalmasına, bir diğerinin ise soğuk ısırması yüzünden ayak başparmaklarından birini kaybetmesine yol açan bir tipiyle boğuşmuşlardı. Bizim yolculuğumuz bu kadar zahmetli olmadı: Biz helikopterle gittik…
Ücra konumuna ve acımasız iklimine (sıcaklık yazları ortalama eksi 20, kışınsa eksi 50’yi buluyor) rağmen, Erebus, üzerinde çok çalışılmış bir yanardağ. 1972 yılından beri, New Mexico Maden ve Teknoloji Enstitüsü’nde Philip Kyle önderliğindeki bir grup volkan bilimci güney yarıkürenin yaz mevsiminin bir bölümünü dağda, patlamalarının doğası ve sıklığı, saldığı gazların türleri ve taşlarının yaşı gibi konuları inceleyerek geçiriyor…
Erebus’un sıcak toprakları küçük alanlar halinde zirvesinin çevresinde, özellikle de Tramway Sırtı denilen yerde bulunuyor. Yanardağın sıcaklığı buzu eritip karayosunu ve mikroorganizma topluluklarının yaşadığı küçük, sıcak, nemli topraktan alanlar yaratıyor. Ama asıl olay şu. Bu alanlar, buz gibi bir denizdekiminicik sıcak adalar gibiler. Toprağın kendisi sıcak olsa da (65 dereceye ulaşabiliyor) hemen üstündeki hava hiç de öyle değil. Dahası, sıcak noktadan bir metreyi dahi bulmayan bir uzaklıkta, toprağın ısısı ciddi oranda düşüyor. Asiditesi değişiyor. Sıcak noktalarda toprak görece nötr; kısa bir mesafe ilerideki toprağın asit oranıysa çok yüksek. Ve yaşam barındırmıyor: Soğuk, kurak ve yüksek asit oranı, hiç de yaşam dostu değil. Dolayısıyla bu “ada”ların varlığı, ilginç bazı sorular doğuruyor. Burada hangi mikroorganizmalar yaşıyor ve nereden geldiler? Mikroorganizmalar rüzgârla yüzlerce kilometre yol kat edebilir. O halde bu mikroorganizmalar esintiyle, daha da kuzeydeki yanardağların sıcak topraklarından mı buraya geldiler? Yoksa Erebus’taki mikroorganizmalar eşsiz mi? Ki eğer öyle ise bu olağanüstü heyecan verici bir şey olur. Dünya’nın derinliklerinden çıkıp mı geldiler?
Bu organizmaların Dünya yüzeyinin çok altındaki kayalarda yaşadığı derin yüzeyaltı biyosfer, yeryüzünün en az bilinen ekosistemlerinden. Ama en büyüklerinden biri de olabilir (bazı tahminlere göre gezegenimizdeki tüm bakterilerin üçte biri orada yaşıyor). Ve de en tuhafı. Bu mikroorganizmalar yaşamlarını güneşten enerji sağlayarak idame ettirmiyorlar. Bunun yerine demir ve hidrojen gibi farklı kaynaklardan enerji elde ediyorlar. Derinlerdeki bu karanlık ekosistem, Dünya’nın en eski ekosistemlerinden biri olabileceği gibi, uzun yıllardır evrimsel olarak farklı bir rota izleyen yaşam türlerine ev sahipliği yapıyor da olabilir. Yola koyulduğumuzda, aklımızda olanlar işte bu ve benzeri sorular…
Dağa uçmayı planladığımız akşam, tepesinde kocaman bir bulut oturuyordu. Ancak ertesi gün akşamüstü geç saatlerde hava açtı da yola koyulabildik. İlk durağımız olan Fang (Azıdişi) Buzulu Kampı, yanardağın yamacında, deniz düzeyinden 3 bin metre kadar yukarıdaydı. Bedenlerimizin rakıma alışması için birkaç günü burada geçirecektik. Kamp bir buzulun üstündeki karla kaplı alanda. Bir yanında Antarktika kıtasının dağları uzanıyor, diğer yanında ise Terror Dağı’nın karlı zirvesi var. Kampa adını veren koyu renkli, azıdişi biçimli kaya, önümüzde gökyüzüne doğru yükseliyor; yüzm binlerce yıl önce çökmüş bir kalderanın kalıntısı. Rüzgâr durduğunda hiç ses çıkmıyor. Çıt yok. Motor, kuş, böcek sesi yok; yaprak hışırtısı yok. Ayrıca yılın bu döneminde güneş batmıyor. Günün her saati ışıl ışıl. Sanki bir kayak merkezindeymişsinizgibi. Öğle saatleri ile gece yarısı arasındaki tek fark, gece yarısında gölgelerin daha uzun ve havanın da daha soğuk olması.
Ama Fang Kampı, adı üstünde, sadece bir kamp. Daha sonra çalışmalarımızın üssünü oluşturacak Aşağı Erebus Kulübesi elektriği, ısıtması, masası, sandalyesi, ocağı, fırını olan iki küçük binadan (üsse adını veren kulübeyle bir de baraka) oluşurken, Fang Kampı kar üstüne kurulmuş bir dizi çadırdan ibaret. Bu ortamda kamp yapmanın bazı zorlukları var. Örneğin yemeğinizi piştikten sonraki birkaç dakika içinde yemezseniz, donuyor…
Fang Kampı’ndan Aşağı Erebus Kulübesi’ne kısa bir uçuşla ulaşıyoruz. Ancak burada coğrafya bambaşka. Yukarıda Erebus’un kraterinden hafif hafif buhar yükseliyor. İki yapı var: Kulübe ve baraka. Ayrıca bir dizi güneş enerjisi paneli. Bir de muhteşem şekillere bürünmüş buzdan kuleler. En büyüğü bir astronotu andırıyor. Diğerleri de sanki peşi sıra dizilmiş, onu takip ediyor gibiler. Anlaşılan buz kulelerini bir şeylere benzeten bir tek ben değilim. Shackleton’ın adamları da aslana benzettikleri bir tanesiyle fotoğraf çektirmiş. Onların da tahmin ettiği gibi, buzdan kuleler fümerollerin –yanardağın buhar ve gaz saldığı delikler– olduğu yerlere işaret ediyor. Nem soğuk havayla karşılaştığında donuyor ve 10 metreyi aşabilen bu yapılar ortaya çıkıyor.
Aşağı Erebus Kulübesi gayet sade. Bir oda. Artı, donmuş gıdalar için bir antre. Ama Fang’la karşılaştırınca, lüks bir otelden farksız. Tipik bir akşamı anlatıyorum şimdi. Isıtıcının üstünde kuruyan bir dizi eldiven. Herbold bir köşede oturmuş, ertesi gün sahaya götüreceği ekipmanı steril ediyor. McDonald biraz daha su yapmak için içeri bir fıçı dolusu kar getiriyor. Cary, Erebus’un volkanik sıcak topraklara dair daha büyük bir araştırmanın bir parçası olduğunu anlatıyor: Antarktika’daki diğer yanardağlardan da toprak örnekleri almışlar.
Geçtiğimiz yaz Yellowstone’a gitmişler. Yakında Kosta Rika’ya gitmeyi planlıyorlar. Jehle yemek pişiriyor. Peter fotoğraf makineleri konusunda endişeli. Arnold telsizle Scott Üssü’nü arıyor. Moore dışarıda, kar araçlarından birini tamir ediyor. Ben de bulaşık yıkıyor ve bu engin coğrafyayı düşünüyorum.
* Carsten Peter’ın fotoğraflarını çektiği ve Olivia Judson’ın anlattığı Erebus yanardağı hakkındaki makalenin tümünü, National GeograpHic Türkiye’nin Temmuz 2012 sayısında bulabilirsiniz.